0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

4. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“YABANCI.”

Gemideki üçüncü gecemizde, hâlâ korsanların tutsağıydık.

Yıldızları saymaktan deliye dönmüştüm. Saydığım her yıldızı parmağımla işaretliyordum. Dün gece bunu yaparak uyuyakalmıştım. Geceler, bu gemiyi çekilir kılan tek güzel şeydi. Ha, bir de günün ilk ışıkları vardı, beni uykumdan uyandıracak kadar kör edici aydınlık olsa da üç gülümsememden birisi o ışıklar sayesindeydi.

Dün öğle saatlerinden beri korsanlardan yalnız birisini görüyordum, o da Martin’di. Sabah ve akşam yemeklerimizi getirmek için geliyor, hiç konuşmadan, sorduklarıma cevap vermeden gidiyordu. Ailemizi görmemiş, yalnızca kapı deliğinden konuşmuştuk. Herkesin yemeğinin gelip gittiğini anlıyordum, her yemekten sonra bizden tepsiyi alıyordu Martin. Sabah ve akşam yemeklerimiz az oluyordu, suyu ise bitmesinden korkarak, azar azar içiyorduk. Su, artık bizim için ganimetlerden daha değerliydi, muhtemelen bu korsanlar için de. Belki de bizden aldıkları para ve ganimetlerle suyun olduğu yerlere kolayca ulaşabileceklerdi. Bizim gibi Moğala’nın yerlilerinden olduklarını düşünürsek, buradan uzaklaşma arzularının nedeni su olabilirdi. Gitmek istedikleri yer bizimle aynı yer olabilir miydi peki? Sanmıyordum, çünkü onlarsız yola devam edeceğimizin altını çizmişlerdi. Belki de tatlı suyun bulunduğu başka yere gidiyorlardı, çaldıkları her şey de bu yüzdendi.

Elvis’i dün, bana söylediklerinden sonra hiç görmemiştim. Koyduğu koşula karşı hiçbir şey demeden kapıyı kapatmıştım, sanırım bunu bir kabulleniş saymış ve anahtarı almak için tekrar kapımı çalmamıştı. Anahtar bende olduğu için şanslı sanabilirdiniz beni ama ne yazık ki bir kere kapıyı açmayı denediğimde koridorda dolaşan Martin’i görmüştüm. Aramızda geçen soğuk, sessiz bakışmadan sonra da geri odama girmiştim. Çıksam da bir şey yapamıyordum, savunmasızdım, bana saldırmalarından endişe duyuyordum.

Layla biraz önce uykuya dalmıştı, yine yalnız kalmıştım. Yapacak çok şey yoktu, kitabımı okumayı denemiştim ama her defasında aklıma Elvis’in çaldığı kitabım gelmişti. Neden kendisine kitap okumamı istediğini anlamıyordum, oldukça manasız değil miydi? Belki de yalnızca alay etmişti.

Amaçlarını yerine getirirken ne kadar da eğleniyorlardı!

Bir de okumayı en istediğim kitabı almıştı. Kitabımı geri istiyordum, çünkü aldıkları arasında tamamen benim olan tek şey buydu ve kitaplarım özeldi. Acaba ona okusam geri verir miydi? Bunu mu şart koşsaydım? Yok hayır, bir de acınacak hale düşemem. Ama kitabımı almış olması da beni acındıracak hale düşürmüştür onun gözünde. Gözleri… tabii ya, şeytanı da aratmıyor gözleri! Kitabımı okusa ne! Aşktan, şiirden bir şey anlar sanki! Nasıl geri alabilirim ki kitabımı?

Martin hiç uyuyor muydu, ya da koridoru terk ediyor muydu? Bir şey yapamayacağım için çıkmayı tekrardan denememiştim ama onlara zarar verebileceğim plan bulduğumda çıkmalıydım. Üçüne birden zarar vermek çok zordu, bunu kabul etmeye mecburdum.

Okyanusa dökülmüş yıldız yansımalarına bakarken, sarı saçımdan bir tutamı kulağımın arkasına koydum. Uyuyakalabileceğim için yumuşak kumaştan, omuzları büzgülü, uçları diz kapaklarıma inen geceliğimi giymiştim, vücudumu daha iyi örtmesi için de bir hırka. Bu geceyi de çaresizce bitirme düşüncesiyle hırkamı çıkaracaktım ki o saatte hiç olmayan bir şey oldu.

Kapıma iki kez vuruldu.

Gözlerim ok gibi duvara sabitlendi, saate baktı. Geç olmuştu, hangisi gelmişti? Parmak uçlarımla kapıya koşup bakınca dışarıdakinin Ares olduğunu gördüm. Hırkamı vücuduma sarıp kendimi korurken, “Ne istiyorsun?” diye sordum.

Ares düz bir ses tonunda, “Elvis seni görmek istiyor,” dedi.

Kalp atışlarım hızlandı. Bu ilk kez oluyordu, gerekmedikçe bu pislikler bize karşı mesafeli davranırdı. Görmek istiyor ne demekti? “Ne manasız bir istek bu! Adımı bile hatırlıyor mu ki beni görmek istesin? Üstelik çok geç saat, gider misin?”

Kapı içeriden kilitli olduğu için güvende sayılabilirdim ama böyle bir istek bende şaşkınlık yaratmıştı. “Biliyor musun, aynılarından ben de bahsettim Elvis’e fakat seninle bir anlaşması olduğunu söyledi.”

Anlaşma mı? Yoksa… dünkü koşuldan mı bahsediyordu. İyi de ben bunu kabul etmemiştim. Gerçekten de kabul ettiğimi mi varsaymıştı? Elvis’in arzularını yerine getirme isteğim hiç yoktu ama durumu lehime çevirebilirdim. Ne yaptıklarını inceleyip etrafa göz atsam iyi olurdu. Bu odada hapisken dışarıda neler olduğundan habersizdik.

Anahtarı çevirdim ve elime alıp açılan kapıdan dışarıya çıktım. Ares kapıdan uzaklaşırken ona temkinle bakıp kapıyı kilitledim ve onunla arama mesafe koyarak, “Sakın bana yaklaşma,” diye uyardım başından.

Ares, üzerinde dağınık gömlek ve pantolonla dikilirken umursamaz bir bakışla bana bakıyordu. Çizmeleri dizlerine kadar geliyordu, kafasında bir şapka vardı. Hiç cevap vermeden eliyle reverans yapar gibi koridoru gösterdiğinde uzaklaşarak yürümeye başladım, ellerim hırkanın uçlarını birbirine yakınlaştırarak tutuyordu.

Ares sessizce arkamdan gelirken etrafımı gözetledim. Hiç kimse yoktu, gemi sessizdi. Okyanus, gemiyi üzerinde götürmeye devam ediyordu. Bu gece sis vardı. Huzurlu bir geceye benziyordu, önünden geçtiğim odalardan fısıltı bile duymuyordum. Konukların hepsi itaat etmiş gibi, o günün gelmesini ve korsanların gemiyi terk etmesini bekliyorlardı.

Gemi altı katlıydı, yukarıya çıkarken bacaklarım ağrımaya başlamıştı. Beşinci kata çıkınca koridorun diğer ucunda, kapısı açık odayı gördüm. Burası kaptan köşküydü. Arkası bana dönük oturan kaptan, gemi dümenini çeviriyordu. Rotayı, bu korsanların arzu ettiği yere götüren yardımcı kaptan oradaydı. Hiç tanışmamış, yüzünü de hiç görmemiştim ama korsanlara olduğu kadar ona da öfkeliydim.

Ares, “Orada dur,” diyerek bana yaklaştığında bakışlarımı ileriden çektim. Yanından geçtiğim oda kapısına dönüp araladı ve kafasını ileriye uzatıp içeriye baktıktan sonra kapıyı tamamen açtı. Kendime daha sıkı sarılıp tedirgin gözlerimi odaya çevirdim ve Elvis’in gözleriyle buluşana kadar, kısacık etrafı inceleyebildim.

"Ben istirahat edeceğim,” diyerek geri çekildi Ares ve Elvis’in ardından bana bakarken hafifçe sırıttı. Ben o dudak hareketiyle irkilirken o arkasını dönüp uzaklaşmıştı bile. Kafam tekrar odaya çevrilince hareketsiz kaldım ve Elvis oturduğu deri döşemeli koltukta geriye esneyip elini bacağından çekti. Odaya girdiğimde pantolon paçası dizine kadar sıyrılmıştı, ne olduğunu göremeden de indirmişti. Gözlerini benimle buluşturup doğru bir pozisyon alırken ilgisini çekmişim gibi kısılarak gözlerimde sabit kaldı. “Gel.”

Sözlerine harfiyen uymak huzursuz etse de neler olduğunu öğrenmek odamda hapis kalmaktan daha iyiydi. Kapıdan içeriye girip, bir odaya girerken hep yaptığım gibi kapıyı kapattım ve çok yaklaşmadan durarak, “Ne istiyorsun?” diye sordum.

Sol elindeki sigarayı sağ eline verdi ve tam dudaklarına götürüyordu ki, “Seni rahatsız eder mi?” diye sordu.

“Evet!”

Hayır, babam sigara veya puro içtiğinde rahatsızlık duymazdım. Beni hiç tanımamasına rağmen, bir yalan söylediğimi biliyormuş gibi gözlerime uzun uzun bakıp o sigaradan içti. Oda birkaç mum ışığıyla aydınlanıyordu, böylesini tercih ettikleri açıktı. Gözlerine hiç ışık yokken bile bakılsa, ne kadar hesapçı olduğu görülürdü. Bu kadar mı içtensizlik olurdu bir çift gözde…

“Sana bir soru sordum,” dedim, sessizliği bir ağırlık gibi beni boğduğunda. “Ne istiyorsun?”

“Ne istediğimi bilmiyorsun madem…” gözleri ellerime çevrildi. Ellerim kendimi ve anahtarı tutuyordu. “… neden geldin? Üstelik anahtar sendeyken?”

O da benim hesapçılığımı anlamış olmalıydı ki böyle söylüyordu. İtiraf edecek değildim, gözlerimi de kaçırmak istemedim. İnatçı ve sessiz gözlerle baktığımda, dudakları hafifçe kıvrıldı ve çenesiyle masayı gösterdi. “Dediğim gibi, bana kitap okumanı istiyorum.”

Kitabım masanın üstünde duruyordu, odada bir masa olmasının sebebiyse buranın çalışma odası olmalıydı. Sanıyorum ki geminin sahibi Adam’a aitti. Elvis ve arkadaşları, buranın kralı gibi davranıyordu. Odada geniş bir masa, masa arkasında koltuk vardı. Koltuğun olduğu cephede, okyanusa bakan dört köşeli cam duruyordu. Elvis’in oturduğu geniş koltuksa sağ tarafımda kalmıştı, sol tarafta bir büyük, ahşap dolap vardı. Oda sade ve az eşyalıydı. Burayı dinlenmek için kullanıyor olabilirlerdi. Masaya gidip sahiplenici şekilde kitabımı aldım ve göğsüme bastırarak kızgınca baktım Elvis’e. “Bu benim kitabım! Geri alıyorum!”

“Sana geri vereceğim, eğer bana okursan.”

Cüreti inanılmazdı. “Kendi kitabımı almak için neden bir şey yapmalıyım? Sen kendinde misin be adam!”

Dirseklerini dizlerine koyup öne doğru eğilince, yakası açık gömleği göğsünü ortaya sermiş oldu. Gözlerimi kaçırıp onun oturuşunu düzeltmesini, bir beyefendi gibi davranmasını bekledim ama nerede… Tekrar ona bakınca beni izlerken gözlerini kırpmadığını gördüm. “Belli ki kendimde değilim. Bana biraz kitap oku, kendime geleyim.”

Kendimce akla yatan bir soru sorup, “Madem kitabımı çaldın, neden kendin okumuyorsun?” diye sordum. “Bana, bize eziyet etmek mi istiyorsun? Eğlenceli mi buluyorsun! Hoşuna mı gidiyor?”

“Ben sana eziyet ediyorum madem, sen neden geldin?”

Yine aynı soruyu soruyordu ama bence cevabı biliyordu. Beni çağırdığına göre de önlemini almıştı, onları zamansız yakalamama izin vermeyecekti. “Hapis kaldığım yerde sıkıldım, hakkımız olan gemiyi biraz gezmek istedim!”

O kadar dikkatli bakmasa daha süratli, yürekli konuşabilirdim ama…

“Anahtar sende, neden hapsolasın?”

“O arkadaşın koridorda geziyor, bir kez kafamı çıkardım diye kızgın kızgın baktı bana! Ne haddineyse! Gemiyi, ziynetlerimizi, paralarımızı ele geçirdiniz, bizi savunmasız bıraktınız! Bir de ne cüretse…” burnumdan nefes alarak bir saniye dinlendim. “… bana öyle bakabiliyor. Sen de karşımda, alay edercesine neden hapsolasın, diyorsun. Sizler kendinizde misiniz?”

“Kendimde olmadığımı söylemiştim. Çaresinin sen olduğunu da.” Çenesiyle kitabımı gösterdi.

O kadar uzun konuşmuştum, ciddiye almamıştı. Belli ki yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmüyordu, üzerine konuşulmaya değer görmüyordu. Bu tavır bendeki öfkeyi pekiştiriyordu. Gururumu hep göğsümde taşıyan birisiydim, kendime şaşırmıyordum. Kitabıma doğru bakarak, “Çareymiş,” dedim homurtuyla. “Senin çaresi olmayan bir akıl hastalığın olduğu belli!”

Güldüğünü, ona attığım kaçamak bakışta fark ettim. “Doktor musun yoksa?”

“Hayır, İngiliz edebiyatı okudum ben.”

Bu soruya cevap verdikten sonra utandım, çünkü alay ettiğini geç fark etmiştim. Ben sinirle nefes alırken, “Demek on sekiz yaşından büyüksün,” dedi havaya doğru ve tekrar kitabıma baktı. “Kitabın da bu yüzden mi İngilizce?”

Evet, yabancı dilimi geliştirmek için özellikle almıştım. Bir korsanla bu kadar fazla konuşmaktan yana huzursuzluk duyarken bir farkındalık kazandım. Kitabı kendisine okumamı istiyordu, çünkü İngilizce bilmiyordu. Kendi dilimizden ayrı bir dilde yazılmış kitabı nasıl okuyabilirdi? İngilizceye çok hâkim olduğum için bu gerçeği kaçırmıştım, şimdi öğrenmesi bana haz vermişti. Emily Bronte’nin kitabına bir göz atıp ona tekrar baktım. “Kitabı okuyamıyorsun değil mi?”

“Bunu önceden fark ettiğini, ısrarla cevap almak istediğini sanıyordum,” dedi eğlenerek. “Yabancı kitap, içinde anlamadığım bir sürü şey var.” Kitaba doğru elini savurmuştu.

“O zaman neden çalıyorsun? Sırf huzursuz etmek için mi?”

“Valizinde gözüme çarptı,” derken gözleri gözlerime biraz uzun baktı. Beni panikletti, valizimde görmüş olduğu başka çok kişisel ve özel eşyalarım vardı. “Odaya girerken senin odan olduğunu bilmiyordum ama çıkarken senin odan olduğunu anlamıştım.”

Yutkunarak, “Sana kitabı okuyamam,” dedim. “Seninle bir arada olmak da istemem. Bir korsan olduğunuzu söylüyorsunuz, eşyalarımızı çaldınız. Nedendir bilmiyorum, çok korkutucu gelmiyorsun ama bana bir şey yapmayacağını da bilemem! Sen bana, aileme böyle davranırken ben sana roman okuyamam!”

Neden yapmayacağım hakkında konuşmaya gerek bile yoktu, sebepleri açıktı. Saçmalıktı! “Benden korkmana gerek yok, çıkarlarım sözkonusu olmadıkça kimseyi korkutmam.” Gemide onu ilk gördüğümde, çıkarları için babama nasıl davrandığını hatırlıyordum. Ayağa kalktığında o hatırayı zihnimde bırakıp ona baktım. Üzerime yürüdüğünü anlayınca göğsümde kitapla geriledim. “Demek bana kitabı okumaya hiç yanaşmıyorsun?”

“Okusam bile sen ne anlarsın?”

Bunu bir hakaret gibi dile getirdiğim açıktı. O ise hiç alınmamıştı, imamı anlayıp eğlenmişti üstelik. Kasıntı bir adam değildi, umursamazdı. “O küçük çocuğa karşı zaafın var,” dediğinde ilk neyden bahsettiğini anlamadım. “Onun odasından dışarıya çıkmasına izin verirsem belki bana kitabı okursun.”

Alvin’den bahsediyordu. Elbette o çocuğu seviyordum ama odasından çıkması faydasına olur muydu, bilmiyordum. Bu korsanlar tehlikeliydi. “Odasından çıkarır da incitirseniz onu?”

“Ne desem inanmazsın, bu yüzden yanından ayırmazsın.”

Birkaç kez Alvin’in sesini koridorda duymuştum, ağlamıştı, sıkıldığını hissedebiliyordum. Buraya her kitap okumaya geldiğimde yanımda onu da getirsem mutlu olurdu. Hem bunu fırsata çevirebilirdim. Alvin, bu adamları savunmasız bırakmamda yardımcı olabilirdi. “Peki kitabı okumamı niye istiyorsun?”

Üzerime yürümeye devam edince telaşla ayaklarımı birbirinin arkasına koyarak uzaklaşmaya çalıştım. Bir yandan da göğsümdeki kitabı ileriye uzatıp onu durdurdum. Kitap göğsüne değince duraksadı ve omuzları gülerken sallandı. “Gemide her günü yoldaşlarımla geçirmek sıkıcı olabiliyor. Üstelik birisi hiç konuşmazken. Biraz keyifli vakit geçirmek istemenin nesi var?”

Kitabı göğsüne sertçe bastırdım ve odamda hapis kalmanın bana faydası olmayacağı için, “Peki,” diye kabullendim. “Ama her zaman gelemem, beni uygunsuz saatlerde çağıramazsın.”

Gözleri yüzüme, sonra da üzerime düşünce ne yaptığımı hatırladım. Hırkamın önü açılmıştı, geceliğim görünüyor olmalıydı. Kendimi küçük düşürecek bir şey yapmamak için soğukkanlılığımı korurken Elvis’in gözleri göğsündeki ellerime kadar ilerledi. Ayak parmaklarımı içeriye kıvırarak panikle ciğerimi şişirirken, “Giderken hırkanı örtmeyi unutma,” dedi ve benden sert adımlarla uzaklaştı. Arkasını dönerek odada ilerledi ve eli, masanın üzerindeki bir şeyle meşgul olurken omuzları dimdik kaldı. “Kitabın konusu ne?”

Kitabı kendime çevirerek kapıya bir göz attım. Sonra da kabullendiğim için koltuğa ilerledim. Üşüyen ayaklarıma bakarak koltuğa oturdum ve hırkamı düzeltip üstümü örterken, “Aileme sakın söyleme,” dedim ona, fevrice. “Babam ve annem bana çok kızar, haklılar da. Babam bizlere bir şey olmaması için size yeterince karşı çıkmıyor, bunu öğrenirse odasında kalamaz.”

Meşgul olduğu şeyi bıraktı ve bana dönerken elinde bu sefer bir puronun ateşi parladı. O küçük ışığın ardında birleşti bakışlarımız. Kalçasını masaya yaslayıp elini hafifçe savurdu. “Bu bizim özelimiz, endişe etme.”

Ağzımı açık bıraktı. “Ne… ne özeli! Seninle sadece bir anlaşmaya vardık, hepsi bu!”

Aman Tanrı’m! Yemin ediyorum bilerek yapıyordu. Bu sözcükleri, beni huzursuz etmek için seçiyordu. Gözlerindeki soğuk parıltı düşüncemi onaylayınca kitabımı sıkarak önüme eğildim. “Tanrı bilir puroyu kimden çaldın,” diyerek hırsızlığını yüzüne vurdum ve dikkatimi kitaba vermeye çalışıp kapağını açtım. Pisliğin biraz bile gururu kırılmadı! Ne adam ama…

“Henüz kitabını okumamış mıydın?”

Sorusuna nasıl ters bir karşılık vereceğimi düşündüm ama makul cevap aklıma çoktan gelmişti. “Hayır, okumadım. Yolculukta sıkıldığımda okuyacağımı düşündüm ama çalındı.”

 “İşte şimdi okuyacaksın,” diye cevapladı beni.

“Sen hayatında hiç kitap okudun mu? Kültürlü bir adama benzemiyorsun.”

Odaya kendininmiş gibi hâkim olup purosunda biriken külü masadaki tablaya silkti. “Fark ettin demek, hayatımda daha önce hiç kitap okumamıştım.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Gerçekten mi?”

“Hıhı,” dedi ama bunu söylerken dudakları bir hal aldı, gülecek miydi anlamadım. Yumruklarımı sıkıp önüme eğildim, alay ediyordu. “Soytarı,” diye söylenerek kitabımın ilk sayfasını açtım.

Emily Brontë, Uğultulu Tepeler.

 

Elvis karşıdaki koltuğa gidip oturunca purosunu bitirdiğini anladım. Dirseklerini dizlerine koyup öne doğru eğilince dağınık, uzamış saçları alnına doğru hafifçe serpildi. Gözlerimi kaçırıp ayaklarımı birbirinin arkasına saklarken kitabın sayfalarına özenle dokunup biraz yukarı kaldırdım. Mum ışığı önüme düşünce de okumaya başladım.

“Ev sahibimi, ileride başıma işler açacak olan bu tek komşumu görmeye gittim, şimdi oradan geliyorum…”[SE1] [ET2]

Kitabı hafif yüksek sesle okudum. Onun için değil, kendim için okuduğumu hissetmek için de onu yok saydım. Birinci, ikinci, üçüncü sayfayı çevirince de kitaba kapıldım, zihnim uğraşsızca Elvis’i unuttu. Ayaklarımı kaldırıp bacaklarımın altına kıvırdım, kitabı deri döşemeli koltuğun kenarına koydum.

Sayfalar akıp giderken sessizliği hiçbir şey bozmadı. Üçüncü bir kişinin bakış açısından hikâyeyi okurken yüksek sesle okuma çabamdan ağzım kurudu. Zaman zaman dudaklarımı ıslatmak için ara verdim ama gözlerim cümlelerden ayrılmadı. Kitabı isteksiz değil, iştahla okumak benim için de sürpriz olmuştu. Gemiye bindiğimden beri sakin geçirdiğim ilk saatlerdi.

“… Şu halde, beni bir batakta ya da karla örtülü bir çukurda ölü bulurlarsa, bunun biraz da sizin yüzünüzden olduğunu düşünüp vicdanınız sızlamayacak mı?” [SE3] [ET4] Yirmi dördüncü sayfayı okurken sesimin fazla heyecanlı olduğunu fark edip duraksadım ve kaçamak gözlerle karşıma baktım. Elvis pozisyonunu hiç bozmadan bana bakıyordu. Dirsekleri hâlâ dizleri üstündeydi, elini çenesine koymuştu. Göz göze geldiğimizde bakışlarının kayıtsızlığı kalbimi sıkıştırdı, göğsümden aşağıya bir kayayı itmiş gibi hissettim desem yeridir. Bu bakışları bana onun acımasız olduğunu haykırıyordu. Bu gözlere bakmaya çok dayanamayıp kitaba tekrar döndüm. “… nerede kalmıştım?”

“En son sızlamayacak mı, diyordun,” diyerek kendime sorduğum soruya sessiz bir yanıt verdi.

Bahsettiği yeri buldum ve okumaya devam ederken dikkatim dağılmış hissettim. Onu yok saymak için tekrar kitaba gömüldüm, esneyerek sesimi yükselttim. Bir süre sonra dileğim oldu, yalnızmışım gibi hissettim. Kitap beni içine sürükledi, uykuya çekene kadar.

Bir tık sesiyle bilincim yerine geldiğinde neler olduğunu anlamakta güçlük yaşadım. Zaman geçmeden gözlerim açıldı. Kamaşan kirpiklerim arasından giren ışığı fark ettim ve sonra da olduğum yeri. Ürperme hissiyle doğrulurken beni uyandıran şeyi merak ederek kafamı çevirdim. Hâlâ bu çalışma odasında, koltuktaydım. Kapı aralıktı, Elvis sırtı bana dönük halde birisiyle konuşuyordu. Kitabı okurken uyuyakaldığımı anlamıştım, o kadar uyumuştum ki gün doğmaya başlamıştı. Geminin camlarından içeriye bir turuncu ışık sızıyordu.

Bu kadar savunmasız şekilde uyuyakaldığım için hayretler içerisinde doğruldum. Kitabımı alırken de üstümdeki örtüyü gördüm, kalın ve yünlü bir örtüydü. Onu koltuğun diğer tarafına iterek ayağa kalktım ve kitabı göğsüme bastırarak kapıya koşarken telaşla hırkamı da tutmaya çalıştım. Tam üçüncü adımımı da atacakken Elvis arkasını döndü. Kendimi ona çarpmaktan son anda kurtarıp gözlerimi kocaman açtım. Yakası dağınık, yüzünden su damlaları akarken bile eğlenen gözleriyle karşılaşıp yutkundum. “Sen… sen!” Uyku sersemiyle ne konuşacağımı şaşırdım. “Uyuyana kadar kitap okuttun bana! Sizin yüzünüzden gecelerim zaten uykusuz geçiyordu, bir de esir gibi kullandın beni!”

Aklıma geleni söylüyordum ama bu adamın tahammülü ne kadar yüksekse, hiç sinirlerini bozmuyordu. Elinin içiyle neden ıslak olduğunu anlamadığım yüzünü silip beni ayak parmaklarıma kadar süzdü. “Birlikte hoş vakit geçirdiğimizi sanıyordum, neden bu kadar asabi uyandın?”

Daha gün bile tam doğmamışken bu haydutla uğraşmayı istemiyordum, zaten ciddiye de almıyordu. Yürüme süratime devam ettim ve kapıdan çıkmak için onun yanından geçtim, fazla ilerlemeden de kapının dış tarafındaki Ares’i gördüm. O, beni Elvis’ten daha fazla rahatsız ediyordu, kendimi baskı altında hissedip duraksadığımda, “Hâlâ buradasın?” dedi bana.

“Ne yazık ki!” dedim. “Ne kadar bahtsız birisi olduğumu siz anlayın!”

Ares’in omuzları hafifçe sallandı, elini gülen ağzına kapatırken bakışlarını omzumun üstünden Elvis’e kaydırdı. “Senden hiç hoşlanmıyor.”

“Sadece öyle görünüyor,” dedi Elvis, omzumun üstünden.

Bu ikisi benimle alay ediyordu, sinirden göğüskafesim acıyordu.

İkisine de kalpsizce bakıp koridora çıktım, yanlarından hızlı geçtim. Çok fazla ilerleyemeden dirseğimde dokunuş hissettim ve çevrildiğimde, Elvis’in buz mavisi gözlerini gördüm. Ben mi bakmışım onlara kalpsizce? Benim bakışlarım bu kalpsiz bakışlar karşısında merhametli bile kalmıştır eminim ki. “Kitap,” dedi gözleriyle göğsümü işaret ederek.

Dirseğimi ondan çekerken, “Benim,” dedim, hızlı nefesler sırasında.

Kaşlarını çatınca ürperdim. “Anlaşmıştık,” derken ses tonu keskindi. “Bende kalacak, bana okuyacaksın.”

“Devam etmek istemiyorum,” dedim, kendimi savunmasız hissettiğim için.

Dirseğimi ondan çekmek istediğimi fark ederek koluma baktı ve sonra bıçak hızında bıraktı beni tutmayı. “Seni rahatsız edecek bir şey mi yaptım?”

Gemimizi basmış, eşyalarımızı çalmış bir korsan olmasına rağmen onun bile biraz onuru olduğunu düşündürdü bu soru bana. “Beni… savunmasız bıraktın! Yanında uyuyamamalıydım…” cümlenin sonunu kendime fısıldadım ve sonra peşimi bırakması için kitabı onun eline bırakıp hızla arkamı döndüm. Sarı saçlarım sırtıma çarparken koridorda koştum. Merdivenleri, ayaklarımı birbirine dolamadan inmeyi başarınca nefeslendim. Henüz peşime düşmemişlerdi, bu yüzden kaldığım yerden devam ettim. Elvis veya Ares bana ulaşmadan odama girmeliydim. Anahtarımı büyük, uzun hırkamın cebinden çıkarıp bir alt kata daha indim. Sol tarafa girecekken de ani bir saldırıyla sağ tarafa çekildim.

Ne olduğunu anlamadan sırtımı bir duvara çarptım. Gemideki sallanma hissine, ayaklarımın dengesizliği de karışınca çığlık atmak için ağzımı açtım ama iri bir el dudaklarımın üstüne kapandığında nefesim yarıda kesildi. Başını bana doğru kaldırdığında, bir adamın koyu renkli gözleriyle buluştum. Gözlerim yuvalarından fırlayacakken okyanustaki yolculuğum tamamıyla bir korku filmine dönüştü.

BÖLÜM SONU.